1960'lı yıllarda Türkiye'den Avrupa'ya başlayan ilk göç treni ile bugüne ışık tutan nice hikayeler dinleyerek, kurulan drama köprülerine şahit olduk. Bugün özellikle Avrupa'da yaşayan yaklaşık 4 milyon'dan fazla Türkiye insanı bulunuyor. Bu rakamı göz önünde bulundurduğumuzda, Avrupa Birliğine üye olan birçok ülkeden daha büyük bir kitleye sahip olduğumuz gerçeği ile karşılaşıyoruz.

Peki bu yolculuk bize neler getirdi, bizden neler götürdü?
Geçmişten günümüze uzanan ve hala etkin bir şekilde varlığını devam ettiren yeni evinde yabancı, eski yurdunda Alamancı yeni tabirle ise Avrupalı Türkler olarak lanse edilmeye devam ediliyor. Söylemin köküne inildiğinde her iki yerde de dışlanmışlık, sahipsizlik ve boşluğa itilmişlik bulunuyor.

Hepimizin bildiği üzere, son bir kaç yılı saymazsak genelde Türkiye'nin vatandaşlarına sahip çıkmadığı gerçeği ile gurbetçiler derin acılar yaşadı. Çok şükür ki hali hazırda iktidar olan hükümetin oluşturmuş olduğu devletin vatandaşına sahip çıkma politika ve alt yapısıyla bugün Avrupa'da insanımız özlemini duyduğu özüne geri dönüş yapmaya başladı.

Ve lakin aradan geçen zaman ömürden nice şeyler götürdü...

Geçen yılları saymazsak diye bir şey söyleyemeceğimiz için dolasıyla bu yolcuktan yeni jenerasyonlar doğdu. Bugün özellikle üçüncü kuşak, yani günümüz gençliğinin yaşama tarzını, yetişme biçimini, kültürel bakış açısını derinden incelediğimizde durumun geçmişten daha parlak olmadığını görürüz.

İşin ekonomik getiri ve götürüsüne hiç değinmek istemiyorum. Zira bir toplum değerlerinden uzaklaşıp, özünde ötekileşmeye başladığında Dünya'yı yönetse bile zerre faydası olmaz özüne...

Alman istihbarat birimlerinin eliyle Neo-Nazi saldırılarına uğrayan ve bu saldılar sonucunda Avrupa'nın bir çok ülkesinde öldürülen, yitirilen ve mağdur edilen insanlarımız oldu. Hatta en önemli konulardan bir tanesi de inanç bütünlüğümüzü bozacak her türlü sistematik girişimlerde bulunularak gençlerimiz heba edildi ve edilmeye devam ediliyor.

Şimdi söyleyeceklerimi resmi rakamlara dayandırmam mümkün değil ancak Avrupa genelinde yılda ortalama 600 - 700'den fazla ırkçı saldırının direk hedefi Avrupalı Türkler ve Müslümanlar. Yani inançlarından ödün vermeyenin bedeli şiddet görmek ve dışlanmak, öte yandan entegrasyon adı altında yapılan asimilasyonla geri kalan gençlerimizin oldukça hatırı sayılı kısmını, uyuşturucu bataklığına, ahlaki çöküntüye ve ötekileştirme operasyonlarıyla elimizden alınıyor.

Aksini iddia edenler olabilir: Lakin şu gerçeği bir gözümüzün önüne getirelim...
Daha çok yakın zaman öncesinde Almanya'nın Cumurbaşkanı olan zat Türkiye'de Türkiye'yi eleştirme cürretini buldu kendine ve sonrasında hepimizin bildiği üzere, şu anki Cumhurbaşkanımız ama o günün Başbakanı olan Recep Tayyip Erdoğan'ın Almanya ziyareti ile ilgili ne tür hadsizliklerin, nasıl çirkinliklerin yapıldığına hepimiz şahit olduk.

Bu yazımı farklı görüşlere sahip arkadaşlar okurken konunun özünden uzaklaşmamalarını ve siyasal duyguya bürünmeden okumalarını önemle rica ediyorum.

Zira bugün Avrupa veya Dünya'nın başka bir ülkesinde Türkiye Cumhuriyeti resmi temsilcisi olarak giden herkesin orada vatandaşı olduğumuz ülkemizin resmi bir temsilcisi olduğunu bilmemiz gerekiyor. Bu nedenle devlet yönetimine yapılan gayri ahlaki davranışlar ülke vatandaşlarının tümüne, ülkenin itibarına ve değerlerine saldırıdır. Bunu unutursak o zaman gerçekten hedeflerinde olduğumuz kirli ve karanlık güçlerin ekmeğine yağ sürmüş oluruz.

Şimdi konunun özüne geri dönelim...
Son günlerde henüz çok taze... İsveç'te 10 gün içinde birden fazla camiye saldırı yapılarak müslümanların inançlarına, değerlerine ve düşüncelerine resmen saldırılar yapıldı.

Bu saldırıların arkasında Almanya merkezli PEDIGA örgütünün olduğu konusunda neredeyse ben hariç herkes hemfikir...
Evet mutlaka PEDIGA'nında en azından bu odakları cesaretlendirme konusunda önemli bir katkısı vardır. Lakin unutmamak gerekirki İsveç terör örgütü liderlerinin adeta başkentidir.

Dünya demokrasisinin merkezi olarak yıllardır toplumlara sunulan İsveç'in geçmişi de, şu anki hali de, geleceği de çok parlak değildir ve olmayacaktır. Bir ülke düşünün gizli istihbarat servisinin eliye başkanını öldürüyor ve bunu akli dengesi yerinde olmayan birinin adi bir hareketi olduğuna toplumu inandırıyor.

Gerçekten daha nice şeyler yazabilirim ancak kısmetse önümüzdeki yazılarımda gündemin nabzına göre konular işlemeye gayret edeceğim.

Şunu belirtmeden yazımı bitirmek istemiyorum.
Bir toplumun gücü, inançları, değerleri, ülkesi söz konusu olduğunda belli olur.
Eğer inançlarına, değerlerine, ülkesine resmi veya gayri resmi saldılar yapıldığında toplum gereken tepkiyi yeterli ölçüde veremiyorsa o zaman kimlikten, bizlikten, değerden bahsetmek mümkün değildir.

İsveç'te göçün 50. yılı kapsamında bir takım programlar, organizasyonlar tertiplendiğini biliyorum.
Buradan İsveç'teki Sivil Toplum Kuruluşu Liderlerine bu vesile Türkiye Cumhuriyeti yetkililerine ve her vatandaşına bir bir şunu arz etmek istiyorum. Lütfen bu 50. yıl kapsamında gençlerin özlerini, değerlerini, tarihlerini ve inançlarını tanımaları için zeminler hazırlayın ve bu kapsamda programlar yapınız. Zira gelecek istesekte, istemesekte gençlerindir.

Selam ve saygılarımla