Son yıllarda görülmemiş çapta bir küresel kamu sağlığı tehdidi olarak ortaya çıkan yeni tip koronavirüs (Kovid-19) pandemisi, küresel sistemin post-hegemonik ve rekabetçi bir model içinde biçimlenmesini hızlandırmış görünüyor. Küresel siyasi ve ekonomik istikrarı korumak için gerekli kamusal maliyetleri üstlenme sorumluluğundan son yıllarda kademeli olarak çekilen ABD yönetimi, Kovid-19 krizinin uluslararası koordinasyondan uzak ve “her koyunun kendi bacağından asıldığı” ulusal tedbirlerle aşılmaya çalışıldığı ortamın başlıca şekillendiricisi olmaktan rahatsız değil.

Pandeminin kalıcı biçimde sona erdirilmesi için gerekli olan aşı geliştirme çalışmaları bağlamında, bir uluslararası savaş psikolojisinin ağır bastığı görülüyor.

Başta ABD Başkanı Donald Trump, İngiltere Başbakanı Boris Johnson ve Brezilya lideri Jair Bolsonaro olmak üzere, sağ popülist siyasilerin ilk etapta küçümseyip son derece kötü yönettikleri Kovid-19 pandemisi, siyasi ve sosyo-ekonomik sonuçlarının ciddiyeti belirginleştikçe çok daha farklı biçimde ele alınmaya başladı. Örneğin seçim sath-ı mailine giren ABD’de, pandemi süreci işsizlikte büyük bir patlamaya neden olarak, Kasım ayında yeniden seçilme hayalleri kuran Başkan Trump’ın, rakibi Joe Biden karşısında en önemli kozu olan ekonomik istikrar unsurunu elinden alıverdi. Seçmenin hiç heyecan verici bulmadığı Biden eğer başkan seçilirse, başarısındaki en önemli unsur pandemi sürecinin Trump tarafından son derece kötü ve öngörüsüz yönetilmesi olacak. İngiltere Başbakanı Johnson ve Brezilya Cumhurbaşkanı Bolsonaro’nun ise hafife aldıkları virüse yakalanarak bizzat yoğun sağlık sorunları yaşadıkları İngiltere ve Brezilya’da da pandemi sürecinin önemli siyasi sonuçlar doğurması şaşırtıcı olmayacak.

Kovid-19 için aşı geliştirme girişimleri, milyarlarca dozluk talep içeren küresel bir pazarın ele geçirilmesi anlamı da taşıdığı için, test sürelerinin kısaltılması bağlamında yoğun çabalar olduğunu görüyoruz.

İşte bu yüzden, Kovid-19 pandemisinden mümkün olan en kısa sürede kesin ve kalıcı bir çıkış yolu bulmak, son aylarda dünya çapındaki yönetici elitlerin zihinlerini meşgul eden en önemli gündem maddesi haline gelmiş durumda. Pandeminin neden olduğu çok yönlü istikrarsızlıkların aşılması ve toplumsal normalleşmenin sağlanması ise Kovid-19 virüsüne karşı etkili bir aşı bulunup kitlesel kullanıma sunulmasına bağlı görünüyor. Dolayısıyla pandemi sürecinden en hızlı ulusal çıkışı yapabilmek, küresel ve yükselen güçler arasında giderek sertleşen rekabetin ana ekseni haline gelmiş durumda. Post-hegemonik düzende kur, ticaret ve teknoloji savaşları üzerinden ilerleyen yeni-korumacılık mücadelesinin son cephesi, “aşı savaşları” ile açılmış bulunuyor.

Aşı savaşlarının araştırma-geliştirme cephesinden sonraki ikinci önemli cephesinin aşı üretimi ve dağıtımı olması kuvvetle muhtemel.

Bu bağlamda, Kovid-19 salgınıyla ulusal mücadele stratejileri, birçok siyasi lider tarafından askeri seferberlik ve savaş referanslarıyla savunulmaya çalışılıyor. Örneğin başarısız yönetimiyle ABD’nin can kayıpları ve sosyo-ekonomik hasar açısından pandemiden en fazla etkilenen ülkelerden biri olmasında rol oynayan Trump, kendisini bir “savaş dönemi başkanı” olarak tanımlıyor. Diğer taraftan, virüsün kaynağı olarak görülen Çin’de ağır eleştiriler altında kalan Devlet Başkanı Şi Cinping, salgın karşısında güçlü bir halk savaşı yürüttüklerini iddia ediyor. İngiltere’nin “sürü bağışıklığı” teorisiyle pandemiye hazırlıksız yakalanmasına yol açan başbakanı Boris Johnson, işin ciddiyetini gördükten sonra savaşçı “bulldog ruhunu” diriltmekten bahsediyor. Diğer birçok dünya liderinin de, geniş toplumsal kesimleri pandemiyle mücadele sürecine motive edebilmek için, sık sık savaş referansları kullandıklarına şahit olmak mümkün. Ancak salgının ilk gününden itibaren ortaya çıkan küresel panik havası ve ülke yönetimlerinin ortaya koydukları bencil tavırlar, bu ciddi küresel tehdide karşı etkili bir uluslararası işbirliği ortamının oluşmasını zorlaştırıyor. İnsanlık için ortak bir tehdit oluşturan Kovid-19’a karşı alınacak önlemler, tedavi girişimleri, hatta temel tıbbi teçhizatın paylaşımı konusunda başlayan paylaşım savaşları hiç de hayra alamet değil. Cerrahi maskeler, ventilatörler, özel tıbbi kıyafetler gibi acil ihtiyaçlarını gidermek isteyen ulusal yönetimlerin, kendilerini koruma refleksleriyle en yakın müttefiklerini ezmeleri uzun süre hafızalarda kalacak.

Pandeminin kalıcı biçimde sona erdirilmesi için gerekli olan aşı geliştirme çalışmaları bağlamında da bir uluslararası savaş psikolojisinin ağır bastığı görülüyor. Mümkün olan en kısa sürede kitlesel kullanıma sunulabilecek bir aşı bulunması amacıyla çokuluslu ilaç şirketlerinin, akademik kurumların ve resmi kuruluşların işbirliğiyle yürütülen 160’ın üzerinde proje, halihazırda devasa bir uluslararası araştırma-geliştirme kampanyası şeklinde devam ediyor. Bu aşı girişimlerinin 70 kadarı, Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) tarafından akreditasyon süreçleri bağlamında yakından takip ediliyor. Aşı adaylarından birçoğu farklı ülkelerde hızlandırılmış test aşamalarından geçirilerek kitlesel kullanıma hazır hale getirilmeye çalışılıyor. Aşı savaşları ortamında ABD, Çin, İngiltere, Almanya, Rusya, Hindistan, Brezilya, Güney Kore ve daha birçok gücün hem kamu kurumları hem de çokuluslu şirketleri yoğun bir rekabet halindeler.

Bu rekabet içinde yer alan yarım düzineden fazla aşı adayının, maddi gücü ve pandemiden etkilenme şiddeti bakımından ABD menşeli olması şaşırtıcı değil. Bunlar arasında en ileri aşamada olan ve kamu desteğiyle Moderna firması tarafından yürütülen aşı girişimi, ilk denemelerdeki ümit verici sonuçların ardından kitlesel test aşamasına ulaşmış bulunuyor. Ayrıca Inovio, Pfizer ve Johnson&Johnson gibi dev ilaç ve biyoteknoloji gruplarının yine kamu destekleri ve Gates Vakfı gibi sivil toplum kuruluşlarının fonlamasıyla yürüttükleri aşı girişimleri de küresel aşı rekabetinde başı çekenlerden. Diğer yandan, ABD ile ticaret savaşları gündeminde puan kazanma yolları arayan Çin de küresel aşı savaşlarından muzaffer çıkabilmek için hummalı bir çalışma içinde. Çin ordusunun Tıbbi Araştırma Enstitüleri, Çin Tıp Bilimleri Akademisi, kamu ilaç şirketi Sinopharm ve Sinovac ile CanSino gibi biyoteknoloji firmaları tarafından yürütülen farklı aşı girişimlerinden bazıları kitlesel test aşamasına ulaşmış bulunuyor. Ancak Oxford Üniversitesi’nin İngiliz-İsveç ilaç devi AstraZeneca ile birlikte yürüttüğü aşı girişimi, DSÖ tarafından kitlesel üretime uygun bir aşı geliştirmeye en yakın aday olarak görülüyor.

Bu bağlamda, Alman biyoteknoloji şirketi CureVac etrafında kopan uluslararası fırtına, küresel sistemdeki ticaret ve teknoloji savaşlarının aşı savaşlarıyla nasıl iç içe geçtiğini gösteren mükemmel bir örnek olarak okunmalı. Kamuoyuna yansıyan bilgilere göre, Kovid-19 aşı araştırmalarında ileri test aşamasına ulaşan CureVac şirketinin büyük hissedarı Dietmar Hopp, ABD Başkanı Trump tarafından özel bir görüşme için gizlice davet edildi. Trump’ın şirketin geliştireceği aşı lisanslarını ve yapılacak tüm üretimi satın almak için 1 milyar dolarlık bir teklifte bulunduğu iddia edildi. ABD yönetimiyle Alman hükümeti arasında soğuk rüzgârlar esmesine neden olan bu olayın hemen ardından klasik Alman merkantilizmi devreye girdi. Yerli bilgi ve teknolojileri korumak adına CureVac hisselerinin yüzde 23’ü Alman Kalkınma Bankası (KfW) tarafından 300 milyon Avro bedelle satın alındı. Böylece Alman Ekonomi Bakanı Peter Altmaier’in “Almanya satılık değildir” diyerek protesto ettiği ABD girişimi, kritik aşı teknolojisindeki Ar-Ge birikimini gözü gibi saklayan Alman hükümetinin yeni korumacılık ağına takılmış oldu. CureVac vakası, küresel ve yükselen güçler arasında önümüzdeki dönemde kritik teknolojilerde artan bir sıklıkla yaşanacak olan teknoloji savaşlarının çok net bir örneğini oluşturması açısından önemli. Özellikle pandeminin güçlendirdiği korumacılık rüzgârları, tüm ulusal otoriteleri, küresel çapta karşılığı olan bilgi ve teknolojileri kendi kontrolleri altında tutmaya itiyor.

Kovid-19 için aşı geliştirme girişimleri milyarlarca dozluk talep içeren küresel bir pazarın ele geçirilmesi anlamı da taşıdığı için, test sürelerinin kısaltılması bağlamında yoğun çabalar olduğunu görüyoruz. Bu açıdan, Trump yönetiminin başlattığı “Işık Hızı Projesi” ile 300 milyon ABD vatandaşı için 2021 yılı sonuna kadar yeterli miktarda aşı üretimi vaat etmesi fazlaca iddialı bulundu. Normal şartlar altında, yeni bir aşının geliştirilmesi, aşamalar halinde 8-15 yıllık bir süreç içinde gerçekleşirken, şu ana kadar 5 yılın altında bir sürede nihai kullanıcılara ulaşan bir aşı örneği yok. Işık Hızı Projesi, aşı geliştirme sürecinde farklı aşamaların aynı anda gerçekleşmesi ve kitlesel üretimin klinik deneyler henüz sona ermeden başlaması varsayımlarına dayanıyor. Ancak bilim insanları, etkili bir aşı için gereken antikor maddelerinin gelişmesi belli bir zaman aldığı için, klinik testlerin hızlandırılmasının son derece riskli olduğuna dikkat çekiyorlar. Süreci kısaltmak için yapılması gündeme gelebilecek bazı yırtıcı deneme yöntemleriyle ilgili olarak da ciddi etik tartışmaları devreye giriyor. Son tahlilde, küresel geçerliliği olan bir aşının ortaya çıkması ve ulusal otoriteler tarafından kabul edilmesi için, öncelikle DSÖ’nün ön yeterlilik onayı vermesi gerekecek.

Bundan sonra da milyarlarca doz aşının üretilmesi için devasa üretim tesislerinin kurulması ya da mevcut ilaç üretim altyapısının önemli bir kısmının sadece bu amaca yönlendirilmesi gerekecek. Dolayısıyla aşı savaşlarının araştırma-geliştirme cephesinden sonraki ikinci önemli cephesinin aşı üretimi ve dağıtımı olması kuvvetle muhtemel. Bu bağlamda kamu otoritelerinin hem ülkeler içindeki aşı üretim kapasitelerini artırmaları hem de dünyada üretilen aşıları kendi toplumlarına yönlendirme kabiliyetleri önem kazanacak gibi görünüyor. ABD, Çin, Brezilya, Hindistan gibi salgından ciddi biçimde etkilenen ülkelerin büyük çaplı aşı endüstrilerine sahip oldukları bilinmekle birlikte, aynı zamanda nüfuslarının kalabalık olması, üretim ve erişim kapasitesini kritik bir konu haline getirebilir. Bu bağlamda, etkili bir Kovid-19 aşısının ilk kez geliştirildiği ülke, bu aşının üretimini sadece kendi vatandaşlarıyla sınırlayarak aşının başka ülkelerle paylaşılmasını milli güvenlik endişeleriyle engelleyebilir. İşte bu yüzden, aşı savaşlarının ve yeni-korumacılık oyunlarının bu sahnesi henüz ortaya konmadan önce, birçok ülkenin muhtemel üretici gruplarıyla anlaşmalar yaparak üretilecek aşı üzerinde tekel hakları elde etmeye çalıştıkları görülüyor. Örneğin Oxford Üniversitesi’nin AstraZeneca ile birlikte geliştirmekte olduğu aşı için ABD, Brezilya ve AB’nin yüz milyonlarca doz değerinde anlaşmalar yaptıkları söyleniyor. Diğer öncü girişimlerin de benzer anlaşmalarla şimdiden kitlesel üretim talebini garanti etmeye çalıştıkları biliniyor. Türkiye’nin de TÜBİTAK’ın koordine ettiği Kovid-19 Aşı Girişimi üzerinden bu küresel yarışın içinde olduğunu ifade etmek gerekiyor.

Bu arada Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in ilk Kovid-19 aşısını onayladığına dair açıklaması, dünya kamuoyunun gündemine bomba gibi düştü. Putin, Moskova’daki Gamaleya Enstitüsü tarafından Rusya Savunma Bakanlığı’nın destekleriyle geliştirilen aşının virüse karşı son derece etkili olduğunu ve kalıcı bağışıklık sağladığını iddia etti. Hatta inandırıcı olmak adına, kendi kızlarından birinin de aşıyı bizzat kullandığını söyledi. Ancak bu aşı girişiminin daha önceki hayvan ve insan testleriyle ilgili herhangi bir detaylı bilimsel veri paylaşılmaması, Putin’in iddialarının küresel bilim çevrelerinde çok ciddi şüphelerle karşılanmasına yol açtı. Daha geçtiğimiz ay ABD, İngiltere ve Kanada otoriteleri Rus hackerların laboratuvar bilgi sistemlerine sızarak aşı formüllerini çalmaya çalıştıkları hakkında suçlamalarda bulunmuşken, Putin’in böyle bir gövde gösterisiyle ortaya çıkmış olması hayli ilginç. DSÖ aşıların kitlesel kullanıma sunulmadan önce çok ciddi ve ihtiyatlı akreditasyon süreçlerinden geçmesini ve muhtemel yan etkilerin minimum düzeye indirilmesini şart koşarken, Rus aşısının özellikle faz-3 olarak adlandırılan kitlesel testlerden henüz geçmediği anlaşılıyor. Putin kendisi ve ülkesi için bir siyasal prestij ve güç gösterisi fırsatı olarak gördüğü Kovid-19 aşısı sürecinde ön almaya çalışsa da, ilan ettiği aşı adayının tıpkı Çin’in CanSino firmasının aşı girişimi ya da Oxford Üniversitesi-AstraZeneca örneklerinde görüldüğü gibi 30 bin kişilik kitlesel saha testlerinden geçmesi gerekecek. Ancak aylar süren bu testlerden başarıyla çıkıp DSÖ akreditasyonu alındıktan sonra, küresel geçerliliği olan bir Kovid-19 aşısı üretme iddiası gerçekçi olabilir. Putin’in daha önce Ebola salgını sürecinde de benzer çıkışlar yapıp dünyanın ilk Ebola aşısının Rusya’da üretildiğine dair ortaya attığı iddialar da unutulmuş değil. DSÖ Putin’in sözünü ettiği Ebola aşılarını muhtemel “aşı adayları” olarak tanımlamıştı; şu anki Kovid-19 aşısı da pek farklı görünmüyor.

Özetle, yeni teknolojiler konusundaki her tür gelişmenin ulusal güç ve prestij unsuruna dönüştüğü post-hegemonik yeni-korumacılık dünyasında ayakta kalabilmek için, bilim-teknoloji politikalarını gelecek stratejilerinin merkezine yerleştirmek gerekiyor.

[Prof. Dr. Sadık Ünay İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi öğretim üyesidir]

Editör: İsveç Gündemi