Ve bu hafta da yine “yazılısı, görüntülüsü, sözlüsü, sosyali” fark etmeyecek, medyanın her türlüsünde bir numaralı tartışma konusu “Sinovac’ın aşısını mı yaptıralım, yoksa BioNTech’in aşısını mı bekleyelim?” sorusuna yanıt aramak olacak. İşin kötüsü yanıtları da işin uzmanları değil, “klasik medyanın silahşorları” ya da “sosyal medyanın klavye delikanlıları” verecek. Neticede de ortalık toz duman olmaya devam edecek. Peki, başlıktaki sorunun bilimsel bir yanıtı var mı? Buyurun...

BİLELİM ki eldeki bilimsel veriler son derece kısıtlı. Bilinenlerin özeti de şimdilik şu: Virüs bazlı aşıların (Sinovac/Çin, Sputnik 5/Rus, Oxford/AstraZeneca) mRNA aşılarından (BioNTech/Pfizer, Moderna/ABD) daha güçlü bir antikor tepkisi oluşturduğu kabul ediliyor. Araştırmalarda da benzer/doğrulayıcı sonuçlar alındı. Virüs bazlı aşılardan Sinovac’da yüzde 97 (Endonezya Faz 3 verisi), Sputnik 5’te yüzde 95 başarı oranı açıklandı.

mRNA bazlı Pfizer-BioNTech ve Moderna aşılarına gelince... Bu aşılarda da ciddi bir antikor üretimi sağlanabiliyor. BioNTech yüzde 95 başarı ilan etti. Ama mRNA aşılarını diğerlerine oranla daha güçlü bir T hücresi bağışıklığı oluşturdukları da kabul ediliyor. Özetleyelim: Viral bazlı aşılar, geleneksel aşılar. Öldürülmüş virüs parçacıklarının kullanıldığı bu aşılarda bağışıklık sisteminin hastalanmayı önleyecek düzeyde bir antikor gücü oluşturmaları hedefleniyor. mRNA yöntemiyle geliştirilen aşılarda ise virüsün genetik kodunun bir kısmı (mRNA bölümü) vücuda enjekte edilerek bağışıklık tepkisi oluşturulmaya çalışılıyor. Başlıktaki soruya daha net ve açık bir yanıt verebilmemiz için daha fazla sayıda insanın aşılanmasına ve daha uzun bir zaman dilimine ihtiyacımız var. Kısacası yarışın galibi hâlâ net ve açık olarak bilinmiyor.

ÖNCE ÖLÜMLERİ DURDURALIM

COVID-19 mücadelesinde yanlış bir yola girdik, mücadelenin neredeyse tamamını aşı beklentisine yükledik. Şu kesin: Hasta olmamak için aşı olmamız şart. Ama bilelim ki aşılar hâlâ “Eldeki değil, daldaki kuş!” Anlamı şu: Salgın maalesef “hızı artarak” devam ediyor. Neticede de kaybettiklerimizin sayıları her gün biraz daha artıyor. Geldiğimiz nokta bu nedenle son derece kritik. Aşılardan önce mevcut durumumuza odaklanmamız gerekiyor. Eğer acil ve daha uzun süreli bir kapanmaya gitmek istemiyorsak, eğer aşılanana kadar daha çok insanımızı kaybetme yanlışına son vermeyi arzuluyorsak hemen ve acilen önlemler konusunda daha duyarlı bir pozisyon alalım.

GENETİK YATKINLIK TESTİ İŞE YARAMAZ

BAZI özel hastaneler “genetik yatkınlık testi” adı altında “tip 1 interferon molekülü araştırması” yaparak koronavirüse yakalanan birinin hastalığı hafif mi, yoksa ağır mı geçireceğine yönelik bir tahmin testini uygulamaya soktular. Bilelim ki sadece bu testin neticelerine bakarak hastalığı kimin ağır ya da kimin hafif geçireceğini gösteren herhangi bir bilimsel genetik test verisine sahip değiliz. Lütfen, başka bilimsel araştırmalara atıf yapılarak uygulamaya konulan bu “para tuzağı testleri” yaptırmayalım, bu testlere asla güvenmeyelim.

BİLİNDİĞİ gibi COVID-19 herkeste aynı tahribatı yapmıyor, hastalığı bazıları ağır bazıları da çok hafif geçirebiliyor. Hastalığa yakalandığından haberi olmayanlar bile var! Bilim insanları “Acaba riskli vakaları erken dönemde belirleyip onları risk oranları büyümeden tedaviye almamız mümkün olabilir mi?” sorusuna uzun süredir yanıt arıyor. Haklılar! Çünkü bu durumda erken başlanabilecek bir deksametazon desteği bile süreci hızla kontrol altına alabiliyor. Neticede de yoğun bakıma ihtiyaç en aza iniyor. Peki, elimizde böyle bir test var mı? Üzülerek belirteyim, elimizde henüz erken risk tayininde kullanabileceğimiz güvenilir bir test maalesef yok. Ama bilelim ki bilim insanları bu konuda da nihai sonuca oldukça yaklaşmış durumdalar. Kanda “sitokin seviyelerini” belirleyerek bu işi de çözebileceklerini düşünüyorlar. Bilindiği gibi durumu hızla ağırlaşan hastalarda “erken yangısal tepkiler” süratle çoğalıyor. Ve bu aşırı bağışıksal tepkiler de ufukta bir “sitokin fırtınasının varlığı” anlamına gelebiliyor. Eğer biz bu fırtınayı erkenden belirleyebilir ya da önceden tahmin edebilirsek işimiz çok daha kolay olacak, yoğun bakımlara ihtiyacımız bir hayli azalacaktır.

D VİTAMİN DESTEKLERİ NASIL KULLANILMALI

İLK 5

1. Mümkünse damla formları tercih edilmeli.

2. D3 vitamini ile K2 vitamini birlikte kullanılmalı.

3. Günlük dozda 1-2 bin ünite aşılmamalı (korunmak için).

4. Günlük 2 bin ünitenin üzerine çıkma durumunda doktorla konuşulmalı.

5. Lipozomal ürünler ve kapsül formları tabletlere tercih edilmeli.

İKİNCİ 5

1. Düzenli ve devamlı kullanım tek dozlardan daha etkili.

2. Yoğurt, ayran veya zeytinyağını eklemek, tok karna tüketmek etkiyi arttırıyor.

3. Günlük 5 bin ünite ve üzerindeki dozlara doktorlar karar vermeli.

4. Günlük tek doz almak ve düzenli kullanmak daha etkili.

5. Kan seviyeleri ölçüldükten sonra kullanıma geçmek en doğru karar.

D VİTAMİNİ EKSİLİNCE NELER OLUYOR

- Bağışıklık zayıflıyor.

- Kemik ve kaslar eriyor.

- Yorgunluk başlıyor.

- Uyku düzeni bozuluyor.

- Depresyon tetikleniyor.

- Bellek etkileniyor.

- Kronik hastalıklar devreye giriyor.

- Beyin sisleniyor.

- Damarlar sertleşiyor.

- Kilo alınıyor.

D VİTAMİNİNDE İDEAL SEVİYE NE OLMALI

- 50-100 arası: İDEAL

- 30-50 arası: UYARICI

- 20-30 arası: RİSKLİ

- 20’nin altı: TEHLİKELİ

Editör: İsveç Gündemi