Son günlerde görsel ve yazılı her türlü medya organında geniş yer bulan ABD'nin Afganistan'dan çekilmesi, birçok açıdan tartışmaların ana odağı olmaya devam ediyor. Konunun ele alınış şekline bakıldığında, ABD'nin uluslararası sistemdeki pozisyonunun sorgulanması, çekilmenin, deyim yerindeyse başka bir şeytani planın parçası olduğu, Afganistan'da ve bölgede Taliban'la beraber nelerin değişeceği, oluşan güç boşluğunun doldurulup doldurulamayacağı veya ülkede daha da kötüleşmesi beklenen insani şartların yaratacağı göç dalgasıyla nasıl başa çıkılacağı gibi meseleler tüm dünyanın gündeminde yer alıyor.

Diğer taraftan Türkiye'de, bu dakikadan sonra ülkenin Afganistan'da nasıl pozisyon alması gerektiği ana tartışma konusu haline geldi. Bütün bu gündem maddelerinin ortak özelliği ise güç, çıkar, savaş veya ittifak gibi özellikle Avrupa'da varlığı unutturulmaya çalışılan uluslararası ilişkiler terimlerinin birer özne olarak kullanılması oldu. Böylesine bir meselenin bu denli sert kavramlar üzerinden tartışıldığı bir ortamda, geçtiğimiz günlerde medyada yer alan bir haber ise tartışmaların dışında ama bir o kadar da uluslararası ilişkilerin doğasına yönelik ipuçları taşıyan farklı bir gündem maddesi olarak ortaya çıktı.

Elbette devletler, karşılaştıkları meselelerde fırsat olarak gördükleri birçok politikayı gizli ve açıktan yürütebilirler. Fakat böyle bir haberin başrolünde, uluslararası alanda insani müdahale söz konusu olduğunda en önde gelen aktörlerden biri olan İsveç'in yer alması, meselenin üstüne gitmeyi değerli hale getiriyor.

Devletlerin gizli yazışmaları gibi farklı birçok konuda ele geçirdiği verileri ifşa ettiğini iddia eden bir internet sitesi, İsveç'in, Afganistan'ı Uluslararası Güvenlik Destek Gücü (ISAF) misyonu sırasında kendi üretimi olan Grippen uçaklarının reklamını yapmak ve bölgeyi bir çeşit eğitim alanı olarak kullanmak amacıyla oradaki varlığını uzun süre genişleterek devam ettirdiği yönünde bazı bilgileri paylaştı. Elbette devletler, karşılaştıkları meselelerde fırsat olarak gördükleri birçok politikayı gizli ve açıktan yürütebilirler. Fakat böyle bir haberin başrolünde, uluslararası alanda insani müdahale söz konusu olduğunda en önde gelen aktörlerden biri olan İsveç'in yer alması, meselenin üstüne gitmeyi değerli hale getiriyor.

Muhtemelen İsveç denildiğinde insanların aklına ilk gelen; refah, adalet, demokrasi, barış ve huzur gibi birçoklarının imrendiği kavramlardır. Dış politika açısından ise görece küçük, kendi halinde kimsenin işine burnunu sokmayan ve tabii ki barış ve istikrar yanlısı bir ülke şeklinde görülmesi muhtemeldir. Aslında tarihsel olarak baktığınızda, İsveç'in 200 yıldır dış politikadaki tutumu tarafsızlık üzerine inşa edilmiş söylem ve politikalarla açıklanır, dolayısıyla bu şekilde bir algı yanlış değildir. Fakat bu tarafsızlık politikasının arkasında yatan sebepler incelendiğinde Türkiye'de algılanan hali ile İsveç'in aslı arasında bir fark olduğunu gözlemlemek mümkün. Tam da bu noktada bahsi geçen haber değerli hale geliyor, çünkü İsveç'in ve etrafındaki diğer İskandinav ülkelerinin Soğuk Savaş'ın bitişiyle ulaştıkları anormal refah düzeyleri aslında burada bir şeylerin dünyanın geri kalanından çok farklı bir şekilde ve "daha üstün bir ahlakla" yapıldığı gibi yanlış bir algıya yol açıyor. Sosyal medyada her geçen gün daha çok karşılaşılan İskandinav ülkelerine yönelik övgüler ve bunun üzerinden Türkiye'ye yönelik burun kıvıran ifadeler yine bu duruma örnek olarak gösterilebilir. Bu sebeple bu yazıda, İsveç'in dış politikasının, gerçekten pazarlandığı kadar insani değerleri merkeze alan üstün bir ahlakla mı, yoksa materyal gerekliliklerin üzerinden mi belirlendiği incelenecek.

Birinci Dünya Savaşı'nda Rus tehdidine karşı yüzünü Almanya'ya çevirmesi, iki savaş arası dönemde Milletler Cemiyeti'nin aktif bir üyesi olması, İkinci Dünya Savaşı'nda bir taraftan Nazi Almanyası'na kendi tren yollarını kullandırmak gibi imtiyazlarla olası bir saldırıdan kurtulmaya çalışırken diğer taraftan Sovyetlere karşı savaşan Finlandiya'ya örtülü destek vermesi ve son olarak Soğuk Savaş'ta ne NATO'ya dahil olup ne de Sovyetlerle iş birliğine giderek, denge güderken yine gizli bir şekilde ABD ile yürütülen iş birliği İsveç'in en kritik dönemlerde nasıl pozisyon aldığının kısa bir özeti.

İsveç 19. yüzyılın başlarında dahil olduğu Napolyon Savaşları'nın ardından yaşadığı ciddi toprak kayıplarının ardından dış politika anlayışını ülkeyi savaşların yıkıcı sonuçlarından uzak tutmak amacıyla tarafsızlık politikası etrafında şekillendirdi. Öyle ki, bu tarihlerden itibaren İsveç ne işgal edilmiş ne de herhangi bir savaşa taraf olmuştur. Ancak bahsi geçen tarafsızlık bir izolasyon politikasından ziyade, değişen koşullara göre kendisini aktif bir diplomasi ve ticari ilişkilerle konumlandırmasını içeriyor. Birinci Dünya Savaşı'nda Rus tehdidine karşı yüzünü Almanya'ya çevirmesi, iki savaş arası dönemde Milletler Cemiyeti'nin aktif bir üyesi olması, İkinci Dünya Savaşı'nda bir taraftan Nazi Almanyası'na kendi tren yollarını kullandırmak gibi imtiyazlarla olası bir saldırıdan kurtulmaya çalışırken diğer taraftan Sovyetlere karşı savaşan Finlandiya'ya örtülü destek vermesi ve son olarak Soğuk Savaş'ta ne NATO'ya dahil olup ne de Sovyetlerle iş birliğine giderek, denge güderken yine gizli bir şekilde ABD ile yürütülen iş birliği İsveç'in en kritik dönemlerde nasıl pozisyon aldığının kısa bir özeti. Soğuk Savaş'ın bitişine kadarki bu sürecin genel olarak kabul gören analizi ise İsveç'in hayatta kalma refleksleriyle faydacı bir tutum izlediği yönünde.

Sovyetler Birliği'nin yıkılmasıyla bu resim adım adım değişmeye başladı. Soğuk Savaş esnasında İsveç için en büyük tehdit üç tarafını çevreleyen Sovyet askeri varlığıydı. Olası bir işgale karşı politikasını güçlü bir savunma oluşturmak ve bunu yaparken uluslararası kurumlar vasıtasıyla etkili bir şekilde herkesle ilişki kurabilmek üzerine planlamıştı. Hatta İsveç'te hükümetler değişse bile uluslararası güvenliğe ve insan haklarına aktif olarak katkıda bulunup askeri olarak hiçbir ittifakın parçası olunmayacağı söylemi hiç değişmedi. Bu durumu tamamen İsveç veya İskandinav kimliğiyle özdeşleştiren çalışmalar bile tanımladıkları barışçıl kimliğin belirleyici unsurları arasında, ülkenin karşı karşıya kaldığı Sovyetler Birliği'ni provoke etmemek için kimseye zararı olmayacak bir pozisyonun aslında gereklilik olduğunu da ortaya koyuyor. 1990'lardan itibaren ise önceki dönemlerde olduğundan çok daha aktif ve her alanda fayda sağlamanın ötesinde, bazen gündem belirlemeye çalışacak kadar ileri giden bir İsveç dış politikası görülüyor.

Batı'ya bu ölçüde angaje olmuşken askeri olarak ittifaklara dahil olmama pozisyonunu da bozmayarak NATO'ya üye olmadı. BM çatısı altında tüm dünyada meydana gelen insan hakları ihlallerine karşı muhatap ülke kim olursa olsun eleştirerek ve kendisini ahlaki olarak üst bir noktada konumlandırarak, dokunulmaz olmaya çalıştı.

Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla diğer Avrupa devletlerinde de benzeri görülen, azalan güvenlik maliyetleri ve artan refah, ülkenin önünde devasa bir hareket alanı açtı. Örneğin, İsveç Avrupa Birliğine (AB) üye olarak ortak pazarın nimetlerinden yararlanırken, AB içinde ortak para birimine geçmedi ve AB'nin müdahil olduğu uluslararası krizlerin büyük bir çoğunluğunda gerek planlama aşamasında gerekse doğrudan sahada askeri olarak varlığını sürdürdü. Batı'ya bu ölçüde angaje olmuşken askeri olarak ittifaklara dahil olmama pozisyonunu da bozmayarak NATO'ya üye olmadı. BM çatısı altında tüm dünyada meydana gelen insan hakları ihlallerine karşı muhatap ülke kim olursa olsun eleştirerek ve kendisini ahlaki olarak üst bir noktada konumlandırarak, dokunulmaz olmaya çalıştı.

İsveç'in bu tavrı, devletlerin uluslararası hukuka mutlak bağlı kalmasının, herkesin güvenliğinin sağlanmasında esas belirleyici olduğu yönünde kimse tarafından reddedilemeyecek normatif bir argüman üstünden geliştiğinden ve İsveç'in gücünün herhangi bir ülkeyi tehdit edemeyecek kadar az olması gerçeğinden dolayı Rusya gibi ülkeler tarafından cezalandırılmadı. Diğer bir deyişle, bu politika İsveç için bir maliyet oluşturmuyor, aksine birçok ülke İsveç'le uluslararası kamuoyu önünde benzer söylemler üzerinden meşruiyet devşirmek için ilişki kuruyor. Bu yüzden İsveç'in kendisine tanımladığı bu rolü diğer ülkelere benimsettiği söylenebilir. Yani, İsveç dünyanın daha iyi bir yer olmasına adanmış bir ülke imajıyla elde edeceği prestijle, sahip olduğu materyal kaynakların getirdiklerinden fazlasını elde etmeyi amaçlamıştır. Bunu yaparken tüm dünyada oluşan imaj ise refah devleti görünümüyle birleştiğinde yazının başında bahsi geçen "İsveç illüzyonu" ortaya çıkmıştır.

Diğer yandan NATO ile ilişkilerini "Barış İçin Ortaklık" kapsamında geliştirdi ve her yıl ABD ve diğer NATO ülkeleriyle hem İskandinav coğrafyasında hem de farklı bölgelerde büyük ölçekli askeri tatbikatlara katılmaya başladı. Avrupa Savunma Ajansı ve Yapılandırılmış Daimi İş Birliği (PESCO) çatısı altında ortak savunma sanayisi projelerinde sorumluluk almaya başladı.

Fakat 2008 yılında Rusya'nın Gürcistan'a saldırmasının ardından İsveç için öncelikler tekrar değişmek zorunda kaldı, çünkü Rus tehdidi yeniden bölge jeopolitiğinin en önemi değişkeni halini aldı. 2014'te Kırım'ın ilhakı ve sonraki süreçte özellikle İsveç'in kara sularının ve hava sahasının Rus askeri unsurları tarafından sürekli ihlal edilmeye başlanması, Soğuk Savaş'tan bu yana İsveç'in karşılaştığı en açık tehdit olarak karşısına çıktı. Bu gelişmelere paralel olarak 2008 yılı itibarıyla İsveç tarihinde ilk kez diğer İskandinav ülkeleriyle askeri iş birliği ve ortaklık anlaşmalarını hem ikili hem de NORDEFCO (Nordic Defense Cooperation) gibi hepsini kapsayan kurumlar aracılığıyla adım adım hayata geçirmeye başladı. Diğer yandan NATO ile ilişkilerini "Barış İçin Ortaklık" kapsamında geliştirdi ve her yıl ABD ve diğer NATO ülkeleriyle hem İskandinav coğrafyasında hem de farklı bölgelerde büyük ölçekli askeri tatbikatlara katılmaya başladı. Avrupa Savunma Ajansı ve Yapılandırılmış Daimi İş Birliği (PESCO) çatısı altında ortak savunma sanayisi projelerinde sorumluluk almaya başladı.

Tesadüf müdür bilinmez; aynı dönemde ABD'nin dikkatini Asya-Pasifik bölgesine kaydırmaya başlaması ve Avrupa'nın karşılaştığı krizlerde ABD tarafından yalnız bırakılması, Soğuk Savaş'tan bu yana var olan Amerikan güvenlik şemsiyesinin kendilerini hala koruyup koruyamayacağı açısından bir belirsizlik ortamı oluşturdu.

Bütün bunlar hayata geçerken, İsveç hava kuvvetleri Libya'da Kaddafi'ye karşı başlatılan operasyonda oldukça aktif rol aldı. Keza Suriye'de ABD liderliğindeki DEAŞ karşıtı koalisyonun bir parçası oldu. Öte yandan Afganistan'da 2003-2014 yılları arasında ISAF kapsamında Taliban'a karşı verilen mücadeleye, bazı yıllar 800'e yakın personelle katıldı. 2014'den günümüze ise Taliban karşısında darmadağın olan Afgan ordusunun eğitimi için bölgede olmaya devam etti. Tesadüf müdür bilinmez; aynı dönemde ABD'nin dikkatini Asya-Pasifik bölgesine kaydırmaya başlaması ve Avrupa'nın karşılaştığı krizlerde ABD tarafından yalnız bırakılması, Soğuk Savaş'tan bu yana var olan Amerikan güvenlik şemsiyesinin kendilerini hala koruyup koruyamayacağı açısından bir belirsizlik ortamı oluşturdu. Bu durum da İsveç'in son 200 yılda hiç olmadığı kadar bir ittifaka angaje olmak zorunda kalmasıyla sonuçlandı.

Sonuç olarak, bakanlarının "hep bisikletle" gezdiği, meclisinde tartışılan en ciddi konunun "çalışma saatlerini daha ne kadar azaltabiliriz" olduğu, kendini "tüm dünyaya iyilik ve demokrasi öğretmeye adamış" bir devlet imajına sahip İsveç'in dahi bütün diğer devletler gibi yeri geldiğinde hayatta kalabilmek adına güçlenmek, yeri geldiğinde statükoyu korumak gibi değişebilen birçok amaç için uluslararası alanda aktif bir diplomasi ile ilişki kurabilen, krizlere askeri ve sivil olarak angaje olabilen, hatta yeri geldiğinde bütün bu promosyonunu yaptığı liberal değerleri araçsallaştırabilen bir devlet olduğunu not etmek gerekiyor.

Editör: İsveç Gündemi