Daha önce, İsveç, Norveç, Finlandiya ve Danimarka Din ve Sosyal İşler Müşaviri olarak görev yapan  Profesör A. Bülent Baloğlu, ''Küreselleşmenin karanlık yüzü'' diye gündemin en öenimli sorunlarına parmak bastı. İşte Baloğlu'nun o yazısı...
Örtülü operasyonları duyurma veya bunların gizli şifrelerini çözme çabalarına genellikle bir klişe kavram yapıştırılır: ‘komplo teorisi’. Doğrusunu söylemek gerekirse bu, gerçeği örtbas etmenin yollarından biridir. Yapılmak istenen şudur: Bu söylenenlere sakın inanma; hepsi komplo teorisi! Gerçekte bu ifade, çoğunlukla, arkada dönen dolapları mümkün mertebe dikkatlerden kaçırmak için birileri tarafından servis edilir.

Buraya kadar küreselleşme olgusunun ardında mükemmel biçimde örgütlenmiş güçlü ve karmaşık bir yapının bulunduğunu ve bu yapının bir bütün olarak insanlığın geleceğini karartacak sinsi emeller peşinde olduğunu anlatmaya çalıştık. Bir ahtapot misali, kolları ile uzanmadığı bir alan yok. Ancak ne var ki, yeryüzündeki tehlikeli kutuplaşmalarla, savaşlarla, işgallerle, sürekli artan açlık, sefalet ve yoksullukla, kaynakların sömürülmesiyle doğrudan ilişkili olan mevcut küreselleşme stratejisinin aslında iyi / arzu edilir bir şey olduğunu yaymak için harekete geçirilen bir algı yönetimi var. Küresel ‘tekelci’ medyanın bu çerçevede etkili bir silah olarak propaganda faaliyetine hız verdiğini özellikle vurgulayalım.
adnan-baloglu2Bugün dünyada küreselleşmenin bize dayattığı cari ekonomik kurum, anlaşma ve düzenlemeler ve bunları denetlemekle yükümlü organizasyonlar bir amaca hizmet ediyorlar: küresel sermayedarların ve gelişmiş sanayi ülkelerinin ekonomik ve jeopolitik konumlarını ve menfaatlerini dünyanın her köşesinde her durum ve şartta korumak. Üzerinde yaşadığınız coğrafyanın sizin olması bir şey fark etmez. Kendi malınız dahi olsa onunla ilgili herhangi bir tasarrufa kalkışmadan önce büyüklerin onayını mutlaka almalısınız. Bu, bizim kastettiğimiz ‘karanlık’ küreselleşmenin yazılı olmayan kuralıdır. Büyüklerin kazançlarına ortak olacak projeleri hayata geçirmek istediğinizde dört bir koldan saldırıya uğrarsınız. Gezi olayları esnasında, dünyanın en büyük havalimanı ve İstanbul Kanalı projelerimizi durdurma taleplerini lütfen hatırlayın. Sokaktaki protestocuların kulaklarına bunları fısıldayan arkadaki güçler kimlerdi acaba?

Kurulu düzene karşı çıkanları karalamak, ‘diktatör’ yaftasını yapıştırmak, ortadan kaldırılmasına meşruiyet zemini oluşturacak bir algı ortamı yaratmak bu düzenin fikir babaları için sıradan bir uygulama. İnsanlığın başına örülmek istenen çorabın farkına varanları dünya kamuoyu nezdinde aşağılamak ve itibarsızlaştırmak onlar için çok kolay. 2009 yılında Davos’taki ‘One minute’ olayının faili, BM’nin yapısını eleştiren ‘dünya beşten büyüktür’ sözünün sahibi Sayın Cumhurbaşkanımızın hedef tahtasına konmasını başka bir şekilde okumak mümkün değildir. Eğer bir ülke, tüm dünyayı etkileyen ekonomik krize rağmen belli bir büyüme trendini sürdürüyor, milyar dolarlar değerindeki dev yatırımlarını peş peşe hayata geçiriyor, küresel patronların kendisine biçtiği kumaşa sığmıyor, üstüne üstlük IMF ile bağını koparıyorsa küresel çarkın yazılı olmayan kurallarını çiğniyor demektir. Gururla söyleyelim ki, Türkiye bu ülkelerden bir tanesidir ve bu anlamda İslam dünyasının yüz akıdır.

Küreselleşmenin ‘kurulu’ düzenine potansiyel tehdit olan ülkelerin ve onların liderlerinin işi hiç de kolay değildir. Bu ülkeler çepeçevre kuşatılır, her taraftan abluka altına alınır. Hedef tahtasına konur, günah keçisi yapılır. Cesur liderleri ise kelle koltukta gezmeyi göze alabilen ‘nadir’ insanlardır. Tarih yazarlarının onları görmezlikten gelememesi de bu yüzdendir…

Aynı şekilde, geçmişte Libya’nın Muammer Kaddafi’sine ‘deli köpek’ (mad dog) diyenler de başkaları değildi. Küresel Terör (Global Terrorist) adlı eserinde, “Öyle görünüyor ki, Fidel Castro’ya, Saddam Hüseyin’e, Sukarno’ya, Nasır’a, Nkrumah’a, Kaddafi’ye ve diğer çok sayıda yabancı lidere karşı Washington’da kaç suikast girişimi tasarlandığını kimse bilmiyor” diyen Hollandalı Willem Oltmans bizlere ‘küresel’ bir gerçeği fısıldıyor, hiç şüphesiz.

Şunu demek istiyoruz: Küreselleşmenin iki yüzü var. Birincisi bize gösterilen sevimli yüzü; diğeri ise bizden gizlenen ‘kirli ve karanlık’ yüzü; bu kesinlikle bir paranoya değil.

Şayet, paranız üzerindeki gücünüz eritiliyorsa, size yönelik tavırlar ikiyüzlüyse, saygı ve etikten yoksunsa, ülkeniz ve sınırlarınız üzerindeki egemenliğiniz aşındırılıyorsa, istikrarınız ve iç huzurunuz bölücü ve ötekileştirici etnik ve dinsel yapılarla taciz ediliyorsa, küresel sömürü düzenine başkaldıran yürekli siyasetçileriniz, yöneticileriniz sistemli bir ‘kara’ propagandaya muhatap oluyorsa ‘kirli” küreselleşme kapınızda demektir. Aynı şekilde, demokrasiniz diğer malum demokrasilerle denk tutulmuyorsa, demokrasinize, milli egemenliğinize ve varlığınıza darbe ile kastedenlerin yanında saf tutuluyorsa, şehirlerinizi köstebek yuvasına çeviren, bombalarla masumları katleden örgütün terör örgütleri listesinden adını çıkarma hazırlıkları başlamışsa ‘sinsi’ küreselleşme eşiğinizdedir. Yabancı düşmanlığı üzerinden ırkçılık hortlamışsa, sözde İslam korkusu paranoyası ile her yerde Müslümanlar hedef tahtasına konmuş ve potansiyel ‘terörist’ muamelesi görüyorsa ‘kalleş’ küreselleşme burnunuzun dibindedir. Başından beri tasvirini yapmaya çalıştığımız ve bize küreselleşme adı altında zorla kabul ettirilmeye çalışılan bu vahim tablonun adı “yeni dünya” düzenidir. Küreselleşmenin gölgesinde yavaş yavaş ama sistemli bir biçimde dayatılan bir düzen!

Bu tablonun mimarlarının gizli planındaki öncelikli hedef, yeryüzü insanlığını ırk, etnisite, din ve kültür temelinde mümkün olabilecek en küçük parçalara bölmektir. Samir Amin’in kelimeleriyle, bu bir ‘küresel siyasi strateji’dir. Bu stratejinin uzun vadeli hedefi, ekonomik ve siyasi güç ilişkilerinin ‘tek’ elden denetlendiği bir sistemi inşa etmektir. Bunun için bir jandarmaya ihtiyaç var. Bu jandarmanın kim olduğu önemli değil. Onlar adına, küresel emperyalist politikalara uymayan devletleri hizaya sokabilecek, ‘aykırı’ projelere taş koyabilecek, sözün özü, arazide ayağa dolanan ‘ayrık’ otlarını ayıklayabilecek ‘kaba güç’ sahibi birisi olsun yeter. Demokrasi getiriyorum diyerek girdiği ülkeyi tarumar eden bir kaba güç! Teşbihte hata olmazsa, “zücaciye dükkânına giren fil” misali; İngilizler bunu, hediyelik eşya satan Çin dükkânına dalan boğaya benzetirler (bull in a China shop).

Küreselleşmenin rotasını yeni bir düzende nihayet bulacak şekilde kurgulayan bu beyaz, seçkin efendiler için bir küresel ideoloji vardır: ‘öteki’ni kuşatma altına alarak iliğine kadar sömürmek. Sistemi iktisaden denetleme mekanizmalarının yegâne sahipleri onlar olduğu gibi, bu çerçevede üretilen kavramların sahipleri de onlardır. Meselâ, yeryüzünde gelir dağılımı adaletsizliklerinden, yoksullaşma, marjinalleşme ve kutuplaşmalardan kâr sağlayanlar onlardır. Bu düzen devam ettikçe, ‘küresel barış’ ve ‘ küresel istikrar’ var (!) demektir. Bu pastadan tatmak isteyenler, ‘küresel terör’ yaratma peşindedirler; ‘küresel toplum’a düşen görev, ‘küresel uzlaşma’ ile bu odaklara karşı topyekûn bir ‘küresel mücadele’ ortaya koymaktır. O halde küreselleşme, pastayı kimseyle paylaşmak istemeyenlerin çıkarlarını koruyacak bir ‘güvenli dünya’ oluşturma stratejisinin ta kendisidir. Kavramların nasıl itina ile kullanıldığına ve bağlamlarına yerleştirildiğine dikkatlerinizi çekmek istiyorum.

Amerikalı sosyolog Immanuel Wallerstein, bu sistemi ilerleme, gelişme, özgürlük, medeniyet vb. kavramlarla savunma ve meşrulaştırma çabası içinde olan entelektüel çabaların sahiplerine çağrıda bulunur: “Sen gel, bir de onu ezilenlere, sömürülenlere sor!”

Pek telaffuz edilmeyen, ama bu sömürü sisteminin önemli bir sacayağı olarak işlev görecek olan ‘küresel din’ kavramı da onlarındır. Din kisveli yapılar, kendilerine ‘tahsis’ edilen faaliyet sahalarında küresel efendilerin siyasi ve ekonomik sömürü çarkının sorunsuz işlemesine yardımcı olurken, küresel din olgusunun da bir an önce gerçeklik kazanmasına yardımcı olurlar. Toplanan himmet paralarının hangi kaynaklara aktığı, hangi amaçlar için kullanıldığı, kimlere hizmet ettiği tahlil edildiğinde durum daha net anlaşılacaktır. İnsanların samimi duygularını istismar yoluyla toplanan bu paralarla şimdilerde dünyanın en pahalı kalemşörlerine malum gazete ve dergi sütunlarında Türkiye aleyhine yazılar yazdırılıyor…

Küresel din ile neyin kastedildiği üzerinde de ileriki yazılarımızda duracağız. Ancak şimdilik şu kadarını söylemiş olalım. Acımasız rekabet kurallarının geçerli olduğu kapitalist pazar sistemine göre uyarlanan bu piyasada, alın terine, emeğe, hatta insanın kendisine bir meta muamelesi yapan, süregiden askeri işgal, ekonomik sömürü ve büyük adaletsizliklere göz yuman sistemi meşru gören sözde dini yapının adıdır ‘küresel din’. Bu yapı, meta değeri olan her şeyin kolayca alınıp satılabileceğini pompalayan kapitalist dünya sistemine meşruiyet kisvesi giydirir, onu adeta kutsar; bütün değerlerinizi ve inançlarınızı hiçe sayma pahasına da olsa ona teslim olmanızı öğütler.

Her şey iyi güzel de, Müslümanlar bu resmin neresinde? Mevcut manzarada küreselleşmeden en fazla zarar görenler Müslümanlar oluyorsa, kendilerini korumak, sorunlarını çözmek ve hiç olmazsa, 21. asrın ikinci çeyreğine güçlü bir biçimde girmek için neler yapıyorlar, hangi projelerin peşindeler? Küreselleşmenin gizli ajandası Müslümanların geleceğini doğrudan ilgilendiriyorsa, onlar bunun farkındalar mı?

Kuzey.dk
Editör: İsveç Gündemi