Genel olarak gelişim üzerine yazılar kaleme alıyor olmam sizi şaşırtmasın…
Toplumsal gidişatları yakından takip etmeye ve araştırmaya meraklı biri olarak başarı sorgusundan toplumların yalnızlaşmasına karışık bir yazı okuyacaksınız bu defa…

Neye göre, kime göre, nasıl bir başarı?
Bireysel başarı kavramı ile sürekli bize sunulan modelleri kısa süre de olsa bir kenara bırakın ve bu makaleye odaklanın…
Genelde başarıyı ekonomik istikrar üzerine konumlandıran ve bu şekilde empoze eden sözüm ona beyin adamlarının beyinsizlikleri ile yanlış yapmaya değmez bu hayat…

Bu yüzden bu makaleyi karma bir mantık ve karmaşık duygularla kaleme alıyorum…

Başarılı olmak için çalışkan olmak yeterliymiş veya birazda şans olmalı algısının aslında doğru bir algı olmadığı, günümüzde çok çalışan ama bir türlü başarıyı yakalayamayan insan modeli ile doludur.

Bazen ne yaparsam yapayım bir türlü olmuyor şikayeti ile karşı karşıya kalırız. Oysa aslında kaçırdığımız ama bir türlü farkında olmadığımız durumlar söz konusudur.

Bu kadar çalışmama rağmen bir türlü başarılı sonuçlar elde edemiyorum diyenlerden misiniz?

O halde kendinize şu soruları yöneltin…
– Kendime ve karşımdakine eşit şekilde saygı duyuyor muyum?
– İşime ve yaptığım iş karşılığında bana bedel ödeyen insanlara karşı ne kadar dürüstüm?
– İş ve sosyal yaşantımda güvenilir birimiyim?
– Bir fincan kahvenin kırk yıl olmasa da, en azından kırk günlük hatırını bilecek kadar vefalı mıyım?
– Yaptığım çalışmalar gerçekten fayda sağlıyor mu?
– Hizmet alımında gösterilmesini istediğim hassasiyeti kendim gösteriyor muyum?
– Profesyonel miyim, kurumsal mıyım, duygusal mıyım?
– Karşımdaki insanı memnun etmek için gerçekten gereğini yapıyor muyum?
– Verdiğim hizmetleri alan taraf olsaydım bu çalışmaları yeterli bulur muydum?
– Yaptığım işi ne kadar biliyorum?
– Ne kadar sonuç odaklıyım?
– Gerçekten ne istiyorum?

Yukarıda belirttiğim soruları kendi iş ve yaşam koşullarınıza göre çoğalta bilir veya değiştirebilirsiniz. Bir çoğumuzun iş hayatında karmaşık bir halde plansız çalıştığımızı ve genel yaşamımızda da karışık duygularla yaşam sürdürdüğümüzü kabul etmek gerekirse, bu tarz soruları gerçek anlamda bir çoğumuzun kendine sormadığını da tahmin etmek güç değildir.

Avrupa’da insanlar işlerine gerçekten çok sadıklar (ama sadece işlerine). Yaptıkları işin hakkını vermek için bedensel koşuşturmadan çok beyinsel koşturma ile hareket ederler ama orada da eksik olan işin duygusal tarafı… İş yaşamındaki disiplinli alışkanlık genel hayatlarına da yansıdığı için aile ve sosyal yaşam konusunda oldukça farklılar ve bağımsız hareket etmelerinden dolayı toplumsal yalnızlıklar yaşadıkları gerçeği ile karşı karşıyalar.

İşte bu noktada yazımı farklı bir çizgiye doğru götürmek istiyorum.
Öğreneğin şu anda bu makaleyi İsveç‘in başkenti Stockholm‘den yazıyorum… Yani sözde Dünya’nın ve Avrupa’nın en gelişmiş ülkesinden…
Gelişmiş demokrasisi, kedi/köpek hakları, insan hakları ve özgürlükleri ile bilinen ülke olarak sürekli gündemde ve insanların özenerek ah orada yaşasaydım keşke dediği yer…

Evet, İsveç gelişimini bir çok alanda tamamlamış, teknolojik araştırmalardaki buluşları hususunda gerçekten önemli bir ülke, ancak ekonomik istikrar duygusunun insanları robotik bir yaşama sürüklediği, bunun yanı sıra yalnızlara oynayan bir topluluk olduğuna artık daha fazla göz yumulmaması gereken bir ülke olduğu gerçeğinden insanlar ne kadar kaçsalar da aslında “yalnızlık ülkesi neresidir” sorusunun en doğru yanıtıdır İsveç…

Egonun zirve yaptığı ve ben merkezli sistemin kusursuz uygulandığı, aile yapısının tarumar olduğu, herkesin sadece kendine yaşadığı bunun yanı sıra ülkede yaşayan diğer toplulukları da zaman içerisinde bu alışkanlığa adapte ettiği bir yerdir İsveç…

Aman nasıl olur demeyin lütfen ve İsveç’te yaşayanlar da bana kızmasınlar…
En az 50 yıldır İsveç’te yaşayan insan kadar bu ülkeyi ve bu ülke insanını tanıdığımı düşünüyorum…
Son zamanlarda sosyal medyaya yansıyan ve İsveç’te bu da olur mu canım dediğimiz Panda adındaki Sivil Toplum Kuruluşunun duyarlı çalışmalarına bakarak bunları yazdığımı sakın düşünmeyin… Zira ben İsveç’e adım attıktan bir kaç ay sonra bu yazdıklarımdan çok daha sert bir şekilde yapısını eleştiren biriyim.

İstatistiklerle son derece iyi oynayan ve insanları buna inandırmakta oldukça başarılı bir beyin yapısı olan İsveç yönetimlerinin insanları belli bir düzene sokmaktan asla vazgeçiremezsiniz.

Bugün bu ülkede yaşayan toplam nüfusun yaklaşık yüzde 14’ünü göçmenler oluşturuyor. Yani en son verilen istatistiklere bakıldığında yaklaşık 1.7 milyon üzerinde dışarıdan göç aldığı gerçeğini biliyoruz.

Yine bu ülkenin geneline bakıldığında aile olarak yaşayan ve evlilik yolu ile hayatını birleştirmiş İsveçlilerin ülke nüfusunun sadece yüzde 13-14’ünü kapsadığını ve yıllık ortalama 2 bin 500 – 3 bin insanın yaşadıkları depresyonlar sonucunda intihar ettiklerini biliyoruz. Bunun yanı sıra oldukça sık sık evinde yalnız yaşarken ölüp aylar ve hatta yıllar sonra ceset kokusundan veya ev firmasının rastgele evin tamiri için eve uğrarken karşılaştıkları manzaralar artık saklanamayacak boyutlarda…

Tüm bunlar bir yana örneğin Türkiye’den İsveç’e göç edip yıllar önce yerleşmiş bizim toplumumuza bakıldığında özellikle son yıllarda boşanmaların yüzde 60’ın üzerine çıktığı, bunun yanı sıra insanların güven duygusundan her geçen gün daha çok yoksunlaştığı ve yeni nesilin iki kültür arasında sıkışıp kalmakla kalmayıp, oradan oraya savrulduğunu görüyoruz.

Duygusal bağdan yoksun toplumların zamanla nasıl canavarlaştığını tarih, yaşanan savaşlardaki soykırımlarla en varis şekilde bize göstermiştir.

Burada bahsini ettiğim her ne kadar İsveç olsa da Avrupa’daki diğer ülkelerinde İsveç’ten aşağı kalmadıklarını bilmekte fayda vardır.

Ekonomik yoksulluk mu?
İnanç yoksulluğu mu?
Duygusal yoksulluk mu?
Sizce hangisi daha tehlikelidir?


Karmaşık bir yazı yazdığımın farkındayım…
Bana göre burada sorgulanması gereken Avrupa’daki toplumların konumudur. Yaptıkları işler ile başarı elde ederken, öte yandan vazgeçtikleri ile düştükleri bir yalnızlık gerçeğini görmek gerekiyor diye düşünüyorum.

Özellikle Avrupa’ya özenen toplumumuzun sahip olduğu değerlerin hiç bir ekonomi güçle elde edemeyeceklerinin farkında olarak sımsıkı o değerlere sarılmalarını naçizane tavsiye ediyorum.